Bazı akşamlar, gökyüzü turuncuya çalarken içimde tarifi zor bir sızı belirir.
Hani durduk yere gözlerin dolar ya, işte o anlardan biri. Nedensiz gibi görünür ama aslında çok derin bir nedeni vardır: çocukluğum. Ve özellikle de o unutulmaz saklambaç saatleri...
Mahallemizin toprak kokan sokaklarında güneş batmaya başlarken bir neşe dalgası yayılırdı. Annelerin "Yemeğe gel!" sesleri ile bizim "Bir elin nesi var, iki elin sesi var!" çığlıklarımız birbirine karışırdı. En sevdiğimiz oyun saklambaçtı. Belki basitti ama içindeki heyecan, gizem ve samimiyet bugün hiçbir şeyde yok.
Bir ağacın arkasında dakikalarca nefesimi tutarak beklediğimi hatırlıyorum. Kalbim, yakalanma korkusuyla değil, oyunun heyecanıyla atardı. Birinin beni bulup "Sobe!" demesiyle yere kapanıp gülmekten kırılırdım. Kaybetmenin bile tadı başka olurdu o zamanlar. Çünkü önemli olan oyunda olmak, birlikte olmaktı.
En güzel saklanma yerim, köşedeki yaşlı dut ağacının arkasıydı. Hâlâ oradan geçerken içimde bir sıcaklık hissederim. Ağacın kabuğuna dokunur gibi olur yüreğim, sanki orada saklanan küçük hâlimin elini tutar gibi. Zaman, ne garip... Bir ağacın arkasında saklanan çocuk, şimdi yetişkinliğin yüküyle saklanacak bir yer arıyor içinde.
Bazen düşünüyorum da, biz sadece saklanmadık o günlerde. Birbirimizi bulmayı da öğrendik. Karanlık çökerken "Bir kişi kaldı!" diye bağıran arkadaşımızın sesinde umut vardı. O son kişiyi bulana kadar kimse oyunu bırakmazdı. Şimdi insanlar birbirinden saklanıyor ama kimse kimseyi aramıyor gibi. En çok da bu dokunuyor içime.
Çocukluğumun saklambaç saatleri, sadece bir oyun değildi benim için. Birlikte olmanın, paylaşmanın, sabretmenin ve kaybolsa bile birinin seni mutlaka bulacağının güzel bir metaforuydu. Keşke diyorum bazen, yine akşam olsa... O tozlu sokakta ayakkabılarımızı çıkarıp koşa koşa saklambaç oynasak. Belki de bu yüzden o günlere ait her şey, bugünün gri dünyasında hâlâ renkli görünüyor gözüme.
Çünkü çocukken saklanmak oyun, şimdi ise bir ihtiyaç.